KİTAP TAHLİLLERİ

Değerli Kitap Dostları, 15 yıldır Ali BEDİR Hocamızın eşliğinde siz kıymetli dostlar ile birlikte olduk, birlikte öğrendik. programımız her Salı akşamı saat 18'de  dernek merkezidne gerçekleştirilmektedir. Bu güzel programımıza sizleride davet ediyoruz.
20 Aralık 2022 tarihinden itibaren "Eğitimcilerin Kaleminden İz Bırakan Anılar" kitapla devam edilecektir.

 

13 Aralık 2022 tarhinden tamamlanan kitap ile ilgili notlar aşağıda yer almaktadır.
 

Bilim Susunca (Bilim ve Toplum Üzerine Yazılar)

Alper Bilgili

 

Erken dönemde “Evraka!” (buldum) diyerek hamamdan çıkan Arşimed ile başına elma düşmesiyle yerinden fırlayan Newton yeni bir dönemin habercisi gibidirler. Gözlem ve deneyle fiziksel dünyanın yapısını ve işleyişini sistemli olarak araştıran bu isimler, ilerleyen dönemlerde insanlığın yakın zamanda tanık olmadığı yeni bir bilgi türüyle adına bilimsel bilgi denilecek yeni bir kavrayışın ilk öncülerinden olmuşlardır. Normal koşullarda gündelik bilgi, teknik bilgi, felsefi bilgi, sanat bilgisi, dini bilgi gibi bilgi türlerinden biri olan bilimsel bilginin bugün gelinen noktada tek başına diğer bilgi türlerinden ayrı ve “kutsal” bir yere konmasının nedenleri nelerdir ve bu neden ne kadar anlamlıdır?  Sürekli değişimin, gelişimin, ilerlemenin anahtarı olarak sunulan bilimin bu vasıfları ne kadar doğrudur? Bilim insanının nesnel, ön yargısız ve toplumsal değerlerden arınık olduğu kabulü ne kadar gerçekçidir? Bilimin yol göstericiliği, yöntemlerinin güvenilirlik ve geçerliliği insanlığın refah ve mutluluğu için ne kadar anlamlıdır? Bugün bu sorular farklı kesimlerce daha yüksek sesle sorulmaktadır. Bu sorgulamalardan biri Alper Bilgili tarafından yayımlanan “Bilim Susunca” isimli kitaptır. 2021 yılında yayımlanan kitap yukarıda dile getirilen sorulara ek olarak bilimin hangi kesimlerce nasıl susturulduğuna ilişkin detaylı veriler sunmaktadır. Alper Bilgili’nin elde ettiği veriler çalışma boyunca detaylı bir biçimde sunulmuş, yazar bilimi susturan faktörleri örnekleri ile okuyucuya aktarmıştır. Eser; Bilim Nasıl Susar? başlıklı uzun bir giriş, Doğa Bilimlerinde Sosyolojinin İzini Sürmek; Koronavirüs, Tesla ve Dinlerin Geleceği; İdeolojik Bir Araç Olarak Bilim Tarihi başlıklı üç makale ile sonuç bölümünden oluşmaktadır.

İçerik ve Değerlendirme

“Bilim Nasıl Susar” adlı giriş bölümünde “felaketlerin herkesi eşitlediği” yönündeki mitin geçersiz olduğunu dile getiren yazar Covid 19 sürecinde yoksulların, alt gelir gruplarının zenginlere göre daha olumsuz etkilendiğinden söz ederek, pandeminin ilk dönemlerinde İngiltere ve Galler’de siyahların Covid-19’dan ölüm oranlarının beyazlara göre 4 kat daha fazla olduğunu belirtmektedir (Bilgili, 2021: 10). Benzer şekilde 1995 yılında Chicago’da yaşanan sıcak dalgasında ölenlerin çoğunun siyahların yaşadığı bölgelerde olduğunu dile getirmektedir (Bilgili, 2021: 11). Biraz daha ilginci New York Üniversitesi Tıp Fakültesi uzmanlarının yaptıkları bir araştırmada Chicago’nun birbirine çok yakın iki semtinde sosyoekonomik statüsü yüksek olan Amerikalıların yaşadığı Streeterville’de ortalama yaşam süresi 90 yıl iken, buraya sadece 13 km mesafede olan Englewood’da ortalama yaşam süresinin 60 yıl olduğu gerçeğidir (Bilgili, 2021: 11). Bu ve buna benzer örneklerden hareketle bilimin toplumsal eşitsizliğin neresinde durduğunu sorgulayan, dahası bilimin söz konusu toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırıp kaldıramayacağını analiz eden yazar, bilim denilince aklımıza gelen objektiflik gibi imgelerin ne kadar gerçekçi olduğunu sorgulayarak siyahların uğradıkları ayrımcılığın uzun yıllar bilimle meşrulaştırılmaya çalışıldığını hatırlatır (Bilgili, 2021: 13). Bu konuda örnek olarak Fransız anatomist Paul Broca (1824-1880) ve ekibinin yaptığı çalışmalar hakkında bilgi veren yazar, Broca ve talebelerinin “hassas” ölçümlerden ve topladıkları ampirik verilerden hareketle siyahların beyazlardan aşağı bir ırk olduklarını, yine aynı ekibin kadınların da erkeklerden daha düşük zekalı olduklarını bilimsel olarak ispatlarını dile getirmiştir (Bilgili, 2021: 13). Üstelik Broca’nın bu çalışmaları yaparken sık sık bilim insanlarının objektif olmaları gerektiğini, bilimin verilerinin herhangi bir inanca veya çıkara feda edilmemesi gerektiğini, toplumsal beklentiler dahil her şeyin bilimin doğruları önünde boyun eğmesi ve yerini bilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunduğundan söz eder. Broca’nın bir istisna olmadığını, bilim tarihinden pek çok örneğin verilebileceğini ifade eden yazar, Broca’nın bilim adamının yaslandığı ideolojiyi ve bu ideolojinin bilim adamını şekillendirme gücünü ıskaladığını düşünür (Bilgili, 2021: 14). Bu hususta siyahilerin, 19. yüzyıldan itibaren Amerika’ya göç eden İtalyanların, Macarların, Yahudilerin yapılan bilimsel testlerle “moron” olduklarının tespiti, bunların aşağı ırklardan oldukları savı, üstün ırkların aşağı ırklarla karışmalarının engellenmesi önerileri ne tür bir bilimciliğe yaslandığı yazar tarafından sorgulanmaktadır.

Bilgili, insan uğraşlarının en prestijli etkinliği olarak, insanların ideolojilerini, inançlarını, inançsızlıklarını bilime referansla savunmalarını olağan görürken, bilgiyi güç olarak gören Bacon’dan itibaren bilimin pratik faydasının ön plana çıkarıldığını, bilim insanlarının dünyayı değiştirme yetisinin siyasetçilerden ve devlet yöneticilerinden fazla olduğuna değinir (Bilgili, 2021: 17). Bunun yanında bilimin pratik faydasının ötesinde George Sarton (1884-1956) gibi bilimin insanın bilme, öğrenme arzusunu tatmin için yapıldığını savunanlar da bulunmaktadır. Francis Bacon’da bilimin ve sanatın Tanrı’nın yüceltilmesi için kullanılması gerektiği görüşündedir. Bilim hem Tanrı’nın daha iyi tanınmasını sağlayarak hem de insanların refahlarının artmasına, acılarının dindirilmesine katkıda bulunarak bu işlevini görecektir (Bilgili, 2021: 19).

Bacon’ın bilim sayesinde Tanrı daha iyi tanınacak ve insanlar refah içinde yaşayacak şeklindeki naif yaklaşımı sekülerleşme ile birlikte bilimin kutsal ile ilişkisi bilim lehine, “aşkın” aleyhine bozulmuş, bilim birçok kişi için başka bir kutsala dönüşmüştür (Bilgili, 2021: 19). Anlıyoruz ki bilimden beklenen pratik fayda her zaman insanlığın iyiliğini öncelememektedir. Dahası savaş teknolojilerine yapılan yatırımlar devletlerin bilimsel faaliyetleri desteklemelerine temel oluşturmuş, düşmanı alt etme yaklaşımı bilimi yıkıcı bir güce dönüştürmüştür. Saint Simon ve Auguste Comte gibi düşünürler bilimin bu yıkıcılığına dikkatleri çekerek bilim adamlarının ahlaki bir rehbere ihtiyacı olduğunu ifade etmişlerdir. Bilgili, bilimle ilgili bu karanlık resmin bilimin kadiri mutlak bir güç haline dönüştürülmesine, bilimin insanlığın her türlü sorununu çözen bir noktaya taşınmasına, çizilen tozpembe tabloyu dengelemek için yaptığını belirtmektedir (Bilgili, 2021: 22). 

Bilimin tüm sorunları çözen bir noktaya taşınmasının, bilimi zorla konuşturmanın bilimin pratikte sesinin daha az duyulmasına neden olduğunu belirten yazar bilimin metafizik pozisyonlarla ilişkilendirilmesi, hatta bilimin bu pozisyonları doğruladığının iddia edilmesinin muhafazakâr kesimin bilimsel teorilere karşı şüphe duymalarının nedeni olarak belirtir (Bilgili, 2021: 24). Yazar bu hususta son olarak bilimi susturan bir diğer faktörün de iktidar sahibi kişi ve kurumların bilim insanlarına belirli görüşleri dayatmaları veya bilim insanlarının maddi çıkarlar güderek doğru bildiklerini değil duyulmak isteneni söylemelerini de bilimi susturma yöntemi olarak görmektedir (Bilgili, 2021: 25).

Bilgili, kitabın “Doğa Bilimlerinde Sosyolojinin İzini Sürmek”  başlıklı bölümünde sokaktaki insanın bilim adamları arasındaki anlaşmazlıklardan rahatsızlık duyacağını ve bir bilim insanının bilimsel kanıta direnmesinin beklenmeyeceğini ifade ederek bilim insanlarının yanlışı hemen terk edip doğru bir yöntemi benimseyeceğine dair tasvirin son derece yanıltıcı olduğu iddiasındadır (Bilgili, 2021: 29). Bilim insanlarının robot olmadığını, duygularıyla tepki verebileceklerini, ideoloji ve inançlarından etkilenebileceklerini kaydederek, bilim adamlarının şahsi çıkarlarının etkisiyle resmi yanlış okuyabileceklerinden söz ederek, Thomas Kuhn’un 1962 yılında kaleme aldığı “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” eseri üzerinden bilim insanlarının çalışmalarında ortaya koydukları üründe psikolojik ve sosyolojik faktörlerin de göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtir. (Bilgili, 2021: 31).  Kuhn, adı geçen eserinde özellikle, insan algılarının yanılgıya açık olduğunu gösteren çalışmalara dikkatleri çekerek, bazen şartlanmaların gözlemleri dahi etkileyebileceğini belirtmektedir (Kuhn, 1991: 186). Bilgili, bu noktada Macar bilim insanı ve doktor Ignaz Semmelweis (1818-1865) üzerinden bilim adamlarının değişime ne kadar kapalı, dahası dogmatik olabileceklerinin dramatik bir örneğini verir (Bilgili, 2021: 35). Benzer bir süreci yaşayan İngiliz Doktor John Snow’da (1813-1858) yerleşik paradigmanın gücü karşısında ezilmiş, sunulan kanıtlara rağmen hak ettiği ilgiyi görmemiştir (Bilgili, 2021: 43). Bilgili, Lakatos üzerinden bilimin rasyonel bir uğraş olduğunu ancak rasyonelliğin düşünüldüğü kadar anlık olmadığını dile getirir (Bilgili, 2021: 45).

Kitabın “Koronavirüs, Tesla ve Dinlerin Geleceği” başlıklı bölümünde Bilgili, insanların veya doğanın sorun yarattığı, bilimin ise çözüm bulduğu şeklindeki formülün doğruluğu üzerinde düşünmek gerektiğini, bilim adamlarının her zaman insanlığın faydasını gözetmediğini; bazen kendi çıkarları veya inandıkları ideolojileri insanlığın faydasının önüne koyabileceklerinden söz eder (Bilgili, 2021: 50). Bu durumu “ölüm meleği” adıyla bilinen Nazi Almanya’sının önemli bir doktoru sayılan Josef Mengele (1911-1979) üzerinden örneklendiren Bilgili, insanlık dışı çalışmaların bilim adına nasıl tolere edildiğini, görmezden gelindiğini detaylı bir şekilde anlatır (Bilgili, 2021: 54).

Bilgili’nin bu süreçte yanıt aradığı bir başka soru “din ile bilim çatışır mı?” sorusudur. Bu noktada yapılan bir araştırma üzerinden 2050 yılında dünya nüfusunun % 61,1’inin Müslüman veya Hıristiyan, hiçbir dine mensup olmayanların oranının ise % 13,2’ye düşeceği öngörüsünü paylaşan Bilgili, bunun yanında yeni ortaya çıkan Maradona Kilisesi veya Ateist Kiliseler üzerinden kutsalın seküler tarzda da olsa varlığını sürdüreceğini belirtmektedir (Bilgili, 2021: 60). Dinlerin özellikle Covid-19 sürecinde olduğu gibi kriz anlarında denge sağlayıcı ve huzur verici etkilerinin dinlerin varlıklarını sürdürmelerinin nedenlerinden birisi olduğunu paylaşan yazar, koronavirüs sürecinde dinin işlevini yitirdiği şeklindeki anlayışların aksine birçok bilim insanının bilimi, dinin bir panzehiri olarak görmediğini, tam aksine dini sebeplerle bilim yapmaya yöneldiklerini kaydetmektedir (Bilgili, 2021: 63). Buna ilişkin somut veriler sunan Bilgili, diğer yandan din adamlarının bilimsel yaklaşımları destekleyici tutumlarından örnekler sunmaktadır (Bilgili, 2021: 66). Koronavirüs pandemisinin, bilimciliğin çıkmaz bir sokak olduğunu ispatladığını dile getiren Bilgili, sürecin bilim dışında, bilimsel çalışmalara da yön gösterecek pusulalara ihtiyaç duyduğumuzu gösterdiğinin altını çizmektedir (Bilgili, 2021: 74).

Bilgili, 18 ve 19. yüzyıldan itibaren, çeşitli nedenlerle din ve Kilise’ye karşı cephe alan, dini, bilimin karşısına yerleştirmenin toplumu dinin kötülüğüne ikna etmede etkili bir strateji olduğunu fark eden düşünürlerin, basit bir denklemle bilim, din ile çatışıyorsa ve bilim, insanoğlunun en değerli uğraşısı ise bu durumda dinle mücadele etmek medeniyete hizmet etmek anlamına geldiğini kaydeder (Bilgili, 2021: 76). Ancak Bilgili, Nikola Tesla (1856-1943) üzerinden verdiği örnekle dinleri gereksiz ilan etmenin çocuksu bir mantığın ürünü olarak görür. Tesla’ya göre mekanistik evren anlayışı, din ile veya etikle çelişmiyor, onları geçersiz kılmıyordu (Bilgili, 2021: 77). Bilgili bu bölümde son olarak halk üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip dini otoritelerin koronavirüs sürecinde dışlanmalarının söz konusu mücadeleye hizmet etmeyeceğinin altını çizer.

Kitabın son bölümünde Bilgili “İdeolojik Bir Araç Olarak Bilim Tarihini” konu edinir. Yeni kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde bazı siyasetçi ve devlet adamlarına göre bilim tarihinin Türklerin özgüvenini yerine getirmede önemli bir araç olarak görüldüğünü kaydeden yazar, Osmanlı’nın son dönemlerinde ise bilim tarihi çalışmalarının oryantalistlerin İslam’ın akla ve bilime karşı olduğu şeklindeki tezlerini çürütmeye yönelik olduğunu belirtir (Bilgili, 2021: 84). Bu hususta özellikle Namık Kemal’in (1840-1888) ve Ahmet Mithat (1844-1912)’in karşı tezlerini örnek olarak verir. Bu yaklaşımın yanında Abdullah Cevdet (1869-1932) ve Beşir Fuat (1852-1887) gibi seküler Osmanlı aydınları da bilim tarihini materyalist dünya görüşlerini desteklemek için kullanmışlardır. Bunların yanında Ebuzziya Mehmet Tevfik (1849-1912), Ahmet Rasim (1865-1932) ve Şemsettin Sami (1850-1904) gibi isimlerde okurlarını daha ziyade Batı medeniyeti hakkında bilgilendirmeyi hedeflemişlerdir (Bilgili, 2021: 89). Bu çalışmaların temel problemi olarak sistematik çalışmalar olmamaları, daha ziyade bilim tarihin işe yarayacağını düşündükleri kısmına odaklandıklarını vurgulayan Bilgili, çalışmaların daha çok Müslümanların bilime yaptıkları katkılarla sınırlı olduğunun altını çizmektedir (Bilgili, 2021: 92)

1930’lu yıllardan itibaren “milli kimlik” yaratma çabasına giren Cumhuriyet aydınlarının önceden din ve gelenek ile şekillenen yaşam ve düşünce tarzının yerini bilim ve akılla şekillenmiş bir dünya görüşüne bırakma gayretlerinden söz eden yazar, bu noktadaki temel motivasyonun Türklerin İslam öncesinde bilime katkılarının gösterilmesi olduğunu ifade eder (Bilgili, 2021: 94). Bu noktada Adnan Adıvar (1882-1955) ve Aydın Sayılı’nın (1913-1993) çalışmaları hakkında bilgi veren yazar onların bilim tarihine daha seküler yaklaşımlarının karşısında Süheyl Ünver’in (1898-1986) İslam ile barışık milliyetçi bakış açısından söz eder (Bilgili, 2021: 101). Bilgili’ye göre ideolojik kaygılar, Osmanlı son döneminde de Cumhuriyetin ilk yıllarında da bugün de bilim tarihine duyulan ilginin en büyük kaynağıdır.

Alper Bilgili kitabında bilimi susturan unsurları, bilimin değerlerden arınık, bir fetiş gibi görülme sürecini, din-bilim çatışmasını ve bilim tarihinin ideolojik bir şekle dönüştürülmesini şaşırtıcı bir biçimde son derece sade, temiz bir üslupla ortaya koymuş; okuyucuyu yormadan, somut örnekler üzerinden tezlerini aktarabilmeyi başarabilmiştir. Seçilen örneklerin ileri sürülen iddialara uygunluğu ise kitabı daha okunur kılmış, yazar belli bir kesimin savunuculuğu hatasına düşmeden konuyu olabildiğince nesnel bir açıdan ele almıştır. Bu haliyle kitap meraklıları için okunmaya, tartışılmaya değerdir. 

 

 

Kenan BİLEN